GEORGE MONBIOT
Bundan daha fazla çığrından çıkamazdı. Swaziland’da açlık var ve ülke acil yiyecek yardımı alıyor. Halkın yüzde 40’ı ciddi yiyecek sıkıntısıyla karşı karşıya. Peki hükümet ne ihraç etmeye karar verdi. Ülkedeki başlıca ürün manyoktan yapılan biyoyakıt. Hükümet, ülkenin kuraklıktan en çok etkilenen Lavumisa bölgesinde, binlerce hektar alanı etanol üretimine ayırdı. Kesinlikle, Swaziland halkını rafine edip depolarımıza doldurmak daha hızlı ve insani bir çözüm olurdu. Hiç şüphesiz kalkınma danışmanlarından kurulu bir ekip, bunun hesaplarını yapıyordur.
Bu, Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Jean Ziegler’in geçtiğimiz ay “insanlık suçu” olarak tanımladığı birçok örnekten sadece biri. Ziegler, hükümetlerin hedeflerine ve teşviklerine karşı daha önce beş yıllık bir moratoryum olarak bu köşeden yapılan çağrıyı tekrar ediyor: Odun, atık ve çöplerden yapılan ikinci nesil yakıtlar uygun olana kadar, biyoyakıt ticareti dondurulmalı. Aksi halde bu, zengin dünyadaki sürücülerin hatırı sayılır bir oranının, fakirin lokmasını ağzından alacağı anlamına geliyor. Siz aracınızı biyoyakıtla sürerken, diğerleri açlıktan ölecek.
Hatta her zaman iş dünyasının sunağında fakirleri kurban etmeye hazır olan Uluslararası Para Fonu bile şimdi uyarıyor: Biyoyakıt üretimi için ekim yapmak, ekilebilir alanlardaki verimliliği ve suyu zora sokabilir, böylece yiyecek fiyatları yükselir. Bu hafta, BM Gıda ve Tarım Örgütü son 25 yılın en düşük küresel yiyecek stoklarını açıklayacak ve bu durum “çok ciddi bir kriz” olarak adlandırılıyor. Yiyecek fiyatları düşük olduğunda bile 850 milyon kişi açtı, çünkü alacak paraları yoktu. Undaki ya da buğdaydaki her artışla birlikte, birkaç milyon kişi daha sınırın altına iniyor.
Geçtiğimiz yıl, pirincin yüzde 20, mısırın yüzde 50, buğdayın da fiyatı yüzde 100 arttı. Bundan tümüyle –tarım alanlarındaki kötü kullanımı çoğaltan ve giderek artan ihtiyacı karşılamak için yiyecek ekilecek alanları alan- biyoyakıtlar sorumlu değil. Ama neredeyse bütün kurumlar, bu yayılma konusunda uyarılar yapıyorlar. Ve neredeyse tüm hükümetler de onları yok sayıyor.
Bu uyarılara sırtlarını dönüyorlar, çünkü biyoyakıt, onlara zor siyasi seçenekleri bertaraf etme fırsatı veriyor. Bu sayede, hükümetlerin karbon emisyonlarını kısabilecekleri ve Britanya Ulaştırma Bakanı Ruth Kelly’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı gibi, ulaşım yollarını açık tutabilecekleri izlenimi yaratabiliyorlar. Yeni rakamlar Britanyalı sürücülerin geçtiğimiz yıl 500 milyar kilometre kat ettiklerini gösteriyor. Ama önemli değil: Sadece kullandığımız benzini değiştirmek yeterli. Kimse yüzleşmemeli. Motor lobisi ve iş dünyasının yeni altyapı talepleri karşılanabilir. Topraklarından edilen insanların sesi ise duyulmuyor.
BİYOYAKITLAR PETROLDEN TEHLİKELİ
Prensipte, yanan biyoyakıtlar, sadece mahsulün büyürken biriktirdiği karbonu salıyorlar. Mahsulü ekmenin, biçmenin ve yakıtı nakletmenin enerji maliyeti dikkate alındığında bile petrol ürünlerinden daha az karbon üretiyorlar. Britanya hükümetinin iki hafta önce geçirdiği yasada (2010 itibarıyla karayollarında ulaşım için kullanılan benzinin yüzde 5’i ekinlerden gelecek) yılda 700 ve 800 bin ton karbon tasarrufu yapılacağı belirtiliyor. Yasa, sorunu dikkatlice çerçeveye alarak bu rakamı belirliyor. Sadece biyoyakıt ekimi ve üretimindeki karbonu dikkate alırsanız, sera gazları azalmış görünüyor. Ama tüm etkilere baktığınızda, biyoyakıtlar petrolden daha tehdit edici.
Nobel ödüllü Paul Crutzen’in yaptığı son araştırma, resmi tahminlerin nitrojen gübrelerin katkısını yok saydığını gösteriyor. Gübreler de, CO2’den 296 kat daha güçlü sera gazı üretiyorlar. Tek başına bu emisyonlar bile mısırdaki etanolün petrolden 0,9 ile 1,5 katı arasında daha tehlikeli olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu arada dünya biyodizelinin yüzde 80’inden fazlasını oluşturan kolza (rapeseed) yakıtı, dizelin etkisini 1-1.7 oranında artırıyor. Bunlar toprağın kullanılmasından öte hesaba katılacak olan olgular.
Üç ay önce Science dergisi’nde yayımlanan bir makale, 30 yıldan fazla süre ekilmemiş topraklara biyoyakıt ekerek, 2 ila 9 katı karbon emisyonundan tasarruf etmeyi öneriyordu. Geçtiğimiz yıl, uluslararası araştırma grubu LMC, Britanya ve Avrupalıların yüzde 5 oranında biyoyakıta dönmesi sonucu ekili alanların yüzde 15 artacağı öngörüsünü yaptı. Bu birçok tropik ormanın sonu anlamına geliyor. Bu durum, aynı zamanda iklim değişikliğinin de hızlanmasına yol açabilir.
Britanya hükümeti ülkede “sadece sürdürülebilir biyoyakıtların” kullanılması için çaba göstereceklerini söyledi. Bu hedefi desteklemek mümkün değil –eğer standart uygulamaya kalkarlarsa dünya ticaret yasalarını deleceklerini kabul ediyorlar. Ama “sürdürülebilirlik” desteklense bile, bu gerçekte ne anlama geliyor? Örneğin, yeni plantasyonlardan alınan palmiye yağını yasaklayabilirsiniz. Malezya ve Endonezya’da ormansızlaşmaya yol açan en yıkıcı şey; biyoyakıt. Ama yasak hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Malezya United Plantations Berhad’ın Başkan Yardımcısı Carl Bek-Nielsen’in dediği gibi “Biyodizele uygun başka bir yağ olsa bile, onun yerini o yağ alacaktır. Aksi halde boşluk olur ve bu boşluğu sadece palmiye yağı doldurabilir.” İkincil etkiler, gidermeye çalıştığınız yıkıma yol açarlar. Tek sürdürülebilir biyoyakıt, geri dönüştürülmüş artıklardan yapılandır, ama kullanılabilir miktar çok az.
Bu noktada, biyoyakıt endüstrisi “jatrofa” diye haykırıyor. Bu henüz bir küfür değil ama olacak. Jatrofa, yağlı tohumları olan, tropik bölgelerde yetişen bir bitki. Bu yıl, karmaşık sorunlara basit çözümler sunmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan Bob Geldof, bir biyoyakıt firmasının “özel danışmanı” rolünde Swaziland’a gitti. Çünkü söylediğine göre, dar alanlarda yetiştirilen jatrofa, Afrikalı küçük toprak sahiplerine iş, para ve ekonomik güç sağlayacak, “hayat kurtarıcı” bir bitki.
Doğru, çok verimli olmayan toprakta yetişebilir ve küçük toprak sahiplerince ekilebilir. Ama aynı zamanda verimli topraklarda da yetişebilir ve büyük toprak sahiplerince de yetiştirilebilirler. Biyoyakıtla ilgili açık bir gerçek varsa, o da küçük toprak sahiplerinin bu işi yapmadığıdır. Bu, yerel ya da organik ürünlere prim vermeden, uluslararası piyasada iyi dolaşan ve süresiz olarak stoklanabilen ticari bir mal. Hindistan hükümeti 14 milyon hektarlık jatrofa plantasyonu planlıyor. Ağustos ayında, plantasyonlara yer açmak için yerlerinden edilen köylüler ilk yürüyüşlerini yaptılar.
Biyoyakıtları teşvik eden hükümetler bu politikalarından vazgeçmezlerse, bunun insani etkisi Irak savaşındakinden de büyük olacak. Milyonlarca insan yerinden olacak, yüz milyonlarcası da açlıkla tehlikesi ile karşı karşıya kalacak. İnsanlığa karşı işlenen bu suç, karmaşık ama özrü ve telafisi olmayan bir suçtur. İnsanlar biyoyakıtlar yüzünden açlık çekerse, onları Ruth Kelly ve arkadaşları öldürmüş olacak. Tüm bu tür suçlar gibi, güçlüyle karşı karşıya kalmamak için zayıfa saldıran korkaklar tarafından işlenmiş olacak.
Çeviri : Nuray Soysal
( The Guardian, 6 Kasım 2007, Açık Radyo’dan aktarılmıştır )
(Dünya Yalnız Bizim Değil, BirGün Gazetesi, 19 Nisan 2008)
|
|
|
|
|
|
|
Nisan 2008 DYBD YAZI LİSTESİ
|
|
|
DÜNYA YALNIZ BİZİM DEĞİL / ARŞİV
|
|
|
|
|
www.birgun.net/ourworld_index.php
'Biz tıkınıyoruz, yoksullar aç kalıyor...'
Hem Hayvan Sürülerini Hem de İnsanları Besleyemeyiz! 'Biz tıkınıyoruz, yoksullar aç kalıyor...'
Kış gündönümü kutlamalarını Hıristiyanlar paganlardan çaldı, kapitalizm de Hıristiyanlardan. Ama kutlamalarda hiç değişmeyen bir unsur var: Bol miktarda et tüketimi.
Vaktiyle bu uygulamanın bir gerekçesi vardı: Sonbaharda, otlar tükenmeden kesilen hayvanlar aralık ayında yenmezse bozulurdu ve yeterince yağ alamayan insanlar sonraki üç soğuk ayı sağ salim atlatamazdı. Bugün tam tersi söz konusu: Sonraki üç ayı, aldığımız yağları eritmeye çalışmakla geçiriyoruz.
Mevsimsel aşırılıklarımız tamamen sürdürülebilir olabilirdi, şayet bunu yılın bütün haftalarında yapmıyor olsaydık. Ama zengin dünyanın orantısız alım gücünden ötürü birçoğumuzun evinde her gün ziyafet sofrası kuruluyor; üstelik bu, bütçemizde pek önemli bir yer tutmuyor. Bunda da bir sakınca olmayabilirdi, şayet sınırlı kaynakları olan bir dünyada yaşamıyor olsaydık.
Yediğimiz birçok hayvana nazaran hindiler verimli dönüştürücülerdir: Besiye çekilen hayvanlara kıyasla, tükettikleri tahıl miktarına karşılık üç kat fazla et üretirler. Yine de onları yerken rahatsızlık duymamızı gerektiren birçok neden var. Çoğu karanlık, hareket bile etmelerine imkân vermeyecek kadar sıkışık ortamlarda besleniyor. Birbirlerini yaralamasınlar diye kızgın bir bıçakla gagaları kesiliyor. Noel yaklaştığında o kadar şişmanlamış oluyorlar ki vücutları kafese sıkışıyor. Bir hindi çiftliğini ziyaret ettiğinizde, Avrupa uygarlığı hakkında ciddi kuşkulara kapılmamanız işten değil.
Birçok insan bu yüzden Noel’de yeniden kırmızı et yemeye başladı. Et sığırları hindilere kıyasla daha mutlu görünüyordu. Ama hayvanların hayat koşullarında sağlanan iyileşme, insanların hayat koşullarının kötüleşmesi pahasına gerçekleşiyor. Bugün, 800 milyon insan (çok yoksul oldukları için) sürekli yetersiz beslense de, aslında dünya insanlara ve hayvan sürülerine yetecek kadar gıda üretebiliyor. Ama zenginler et tüketimini azaltmazlarsa, nüfus arttıkça dünya çapında yapısal bir kıtlık baş gösterecek. 1950’den bu yana dünyadaki çiftlik hayvanlarının sayısı beş kat arttı: Çiftlik hayvanlarının sayısı insan nüfusunun üç katı. Hayvan sürüleri dünya tahılının yarısını tüketiyor ve sayıları katlanarak artıyor. Taraftarlarının, dünyayı besleyeceğini iddia ettikleri biyoteknolojinin, insan gıdası yerine büyük ölçüde hayvan yemi üretmesinin nedeni de bu: Böylece çiftçiler hayvanlarını insan hayatının bağlı olduğu tahıllar yerine daha kârlı ürünlerle besliyor. On yıl gibi kısa bir süre içinde, dünya basit bir tercihle yüz yüze kalacak: Ekilebilir topraklardan elde edilen ürünlerle ya hayvanların karnını doyuracak ya da insanların. İkisi birden mümkün değil.
Dünyayı bekleyen kriz, ürün yetiştirmede kullanılan fosfat gübrenin ve su kaynaklarının tüketilmesiyle daha da ivme kazanacak. Ziraat uzmanları David Pimental ile Robert Goodland’in araştırmasına göre, tükettiğimiz sığır etinin üretiminde kilo başına yaklaşık 100 bin litre su harcanıyor. Dünyanın dört bir yanındaki yeraltı su kaynakları büyük ölçüde hayvancıların kullanımından ötürü kuruyor.
Dünyanın tahıl üretiminin sınırlı olduğunun bilincine varan birçok insan vejetaryen olmaya karar veriyor. Ama süt ve yumurta tüketmeye devam eden vejetaryenlerin ekosistem üzerindeki tahribatlarını azalttıklarını söylemek zor. Süt ürünlerinde ve yumurtada bitkisel proteini hayvansal proteine dönüştürme verimi genellikle etten daha yüksek, ama bugün et yiyen herkes peynir yemeye başlasa bile dünyada kıtlık olsa olsa ertelenir. Hatta, süt inekleri ve kümes hayvanları çoğunlukla balık içeren yemlerle beslendikleri için (bu da demektir ki peynir yiyen bir kimse dolaylı olarak balık da yiyordur), bir açıdan dünyada kıtlığın hızlanacağı bile söylenebilir. Ayrıca beslenme alışkanlıklarındaki bu değişim hayvanların hayat koşullarının çok daha kötüleşmesine yol açar: Sınaî olarak yetiştirilen et tavukları ile domuzları saymazsak, yumurta tavukları ve süt inekleri çiftlik hayvanları arasında en kötü koşullarda yaşayan ve en çok acı çeken hayvanlar. Lakto-vejetaryenler süt danalarının yetiştirilip tüketilmesine son vermek istiyorlarsa daha az süt tüketmeliler.
Belki sülün yiyebilirdik; bu kuşların büyük kısmı avlandıktan sonra çöpe atılıyor ve kış mevsiminde sayıları arttığı için adet başına fiyatları yaklaşık iki sterline düşüyor. Ama çoğu kimse, brendi eşliğinde ava çıkan insanların vahşi zevklerini desteklemekten hoşlanmayacaktır. Ayrıca, tahılla beslenen sülünleri yemek de ancak arz ile talep örtüştüğü müddetçe sürdürebilir. Belki balık yiyebiliriz, tabii deniz ekosistemlerinin çöküşüne ve yeryüzündeki en aç insanların açlığına katkıda bulunmayı göze alıyorsak (zira Avrupalı balıkçılar Batı Afrika kıyılarını yağmalıyor). Bütün bunlardan şu sonuca varmak kaçınılmaz gibi görünüyor: Sürdürülebilir ve toplumsal açıdan adil olan tek seçenek, zengin dünyanın sakinlerinin, yeryüzündeki insanların çoğunluğu gibi büyük ölçüde vegan olması, yalnızca Noel benzeri özel günlerde et yemeleri.
Et yiyen biri olarak uzun süre veganlığın hayvanların acı çekmesine karşı çıkmak ya da sağlıklı beslenme modasına uymak için tutulan bir yol olduğunu düşündüm. Ama yukarıda çizdiğim tabloyu göz önüne aldığımızda şurası belli oluyor ki veganlık, şu an belki de dünyanın en acil olarak çözülmesi gereken toplumsal adalet sorunu karşısında gösterilecek yegâne etik tepkidir. Biz tıkınıyoruz, yoksullar aç kalıyor..."
Hem Hayvan Sürülerini Hem de İnsanları Besleyemeyiz! 'Biz tıkınıyoruz, yoksullar aç kalıyor...'
“2/B Arazileri Satılmasın” İmza Kampanyası Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Sayın Başkan ve Üyeleri Sayın Başbakan Sayın Çevre ve Orman Bakanı Başımız dertte. Dünya ısınıyor, iklimler değişiyor, afetlerin sayısı ve şiddeti artmaya devam ediyor. Dünyamız çölleşmeye, açlığa, susuzluğa doğru giderken doğal dengeler bozulurken çözüm, yeşil örtüyü korumak ve genişletmektir. Ama biz ne yapıyoruz ? Nefes almamızı sağlayan, topraklarımızı, suyumuzu koruyan, binlerce canlının yaşam kaynağı, yuvası ormanlarımızı korumamız gerekirken sözde “yasal” yollardan satmaya çalışıyoruz. Ormanlarımız satılık değildir. Anayasaya aykırı, ulusa ait ormanları satışa çıkararak mülkiyet hakkını hiçe sayan ve orman talanının önünü açan 2 B orman arazilerinin satışına geleceğimiz ve çocuklarımız için hayır diyoruz. Ormanlarımızın satılmaması hep orman kalması için; aşağıda imzası bulunan biz Ülke Gönüllüleri, başta TBMM Başkanımız, Başbakanımız ile Çevre ve Orman Bakanı olmak üzere Yüce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün üyelerinden, ilişikte yer alan 2 B ile ilgili çözüm önerilerimizi dikkate almalarını, 2 B orman arazilerinin satılmamasını ve tekrar 2 B’lerin yaşanmaması için gereken önlemleri almalarını istiyoruz
DİYORSANIZ
AŞAĞIDA LİNKİNİ VERDİĞİMİZ SİTEDEN LÜTFEN OYLAMAYA KATILIN.
http://www.tema.org.tr
|